Sadece İstanbul’da yapılacak olmasına rağmen tüm Türkiye neredeyse 23 Haziran’da yapılacak Belediye Başkanlığı seçimine kilitlenmiş durumda. Elbette Türkiye’nin nüfus ve etki anlamında en büyük kenti olması ve siyasete olası etkilerinden dolayı bu seçim çok önemlidir. Ancak seçimin yanı sıra ülkemizde çok önemli şeyler de yaşanıyor. Bunların başında ABD ile yaşadığımız S-400 gerilimi var. Bu gerilim sadece savunma alanını değil ekonomiden siyasete hayatımızın her alanına etki yapacak boyuta geldi. Farkında değiliz ama belki de yıllar sonra kırılma noktası olarak tarihe not düşülecek günlerden geçiyoruz.
Bilindiği üzere Washington yönetimi, Türkiye’yi önce F-35 programından çıkaracağı daha sonra ise kendi çıkardığı ABD düşmanlarına uygulanan yaptırım yasası CAATSA çerçevesinde Türkiye’ye askeri, ekonomik, siyasi konularda ambargo ve yaptırımlar uygulayabileceği yönünde adımlar atmaya hazırlanıyor. Açık söylemek gerekirse Türk-ABD ilişkilerinin sürüklendiği bu türbülanstan kısa sürede çıkması hiç de kolay olmayacak.
Gelişmelerin bu noktaya nasıl geldiğini biliyoruz. Tekrar uzun anlatmaya gerek yok ama özetle hatırlamak bakımından;
Türkiye’nin güney ve güneydoğu sınırlarında 1979 yılında Irak-Iran arasında başlayan savaştan günümüze değin yaşanan savaşlar, işgaller, iç savaşlar ve gerilimler bizi sürekli olumsuz etkiledi. Güney ve güneydoğu bölgemizdeki sınır komşularımız İran, Irak ve Suriye’de hem saldırı hem hava savunma füzeleri bulunuyor. Yine Yunanistan, Bulgaristan, İsrail, Azerbaycan, Ermenistan gibi ülkelerde de saldırı ve hava savunma sistemleri mevcut.
Bu gerçekten yola çıkan Ankara, 1991 yılındaki Irak’a saldırıdan itibaren gündemine hava savunma sistemini aldı. O günleri hatırlayacak olursak görsel ve yazılı medyada sürekli olarak Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın Scud füzeleriyle Türkiye’ye de saldıracağını izliyor ve okuyorduk. İşte bu nedenle gündemimize giren Hava Savunma Sistemi (HSS) ihtiyacı çerçevesinde ilk olarak ABD başta olmak üzere “müttefiklerimize” başvurduk. Fakat o tarihten itibaren yaptığımız tüm girişimler boşa çıktı. Yıllar boşa geçti. Ta ki, 2007 yılına kadar. O tarihte Savunma Sanayii İcra Komitesi HSS temin etmek için uluslararası ihaleye gitmeye karar verdi. Bu çerçevede ABD, Rusya, Çin ve Avrupa Konsorsiyumuna çağrı yapıldı. Bu süreçte çeşitli gelişmeler oldu. 2010 yılında Barack Obama yönetimi, ABD Kongresi’ne “İran’la sınır komşusu tek NATO ülkesi Türkiye’ye 7.8 milyar dolarlık füzesavar Patriot PAC-3 batarya ve aksamı satabiliriz” bilgisi bile verdi. Ancak bu da gerçekleşmedi.
Neticede 2013 yılında Türkiye’nin ihale şartlarına en uygun teklifi veren Çin firması ihaleyi kazandı.İlk kıyamet o zaman koptu. Başta ABD olmak üzere Batı dünyası büyük bir baskıya başladı. Hatta CAATSA ilk olarak o zaman gündeme geldi. O dönem FETÖ militanlarının henüz devletin kritik yerlerinde etkili olduğu bir dönemdi. Beklenen oldu, Türkiye fazla direnemedi ve ihale önce askıya alındı sonra fesh edildi. Fakat daha sonra ABD ve müttefikleri Türkiye’nin taleplerine uygun bir teklif vermedi. Kırılma noktası 15 Temmuz oldu. Türkiye bu alçak işgal girişiminden sonra Rusya ile doğrudan temas kurdu ve S-400 süreci böylece başlamış oldu. İki ülke arasındaki anlaşmanın imzaları da 2017 yılı Eylül ayında atıldı.
Çin füzesinde yaşanan kriz böylece yeniden başlamış oldu. En yakın tehdide binlerce km uzakta olan Yeni Zelanda’ya bile teknoloji transferi ile birlikte Patriot satan ABD, Türkiye’yi yeniden sıkıştırmaya başladı. Yaklaşık 30 yıllık sürecin özeti bu.
Amerika Turkiye’nin S-400 almasını kendi güvenliğine yönelik bir tehdit algılaması olarak görüyor ve bu tercihin müttefiklik ilişkisine zarar vereceğini ileri sürüyor.
Peki Türkiye başka ülkelere Patriot satan Amerika’nın kendisine satmamasını, FETÖ Örgütü ve liderini destekleyip korumasını, PKK örgütü ve türevlerini silah-mühimmat, eğitim, para ve her yönüyle desteklemesini nasıl değerlendirecek? ABD’nin bu tutumu müttefiklik ve dostluk ilişkisi midir?
Bize saldırı füzesi bile değil hava savunma füzesi satmayan, başka kaynaklardan almamızı da düşmanlık olarak niteleyen ABD’ye karşı nasıl bir politika izlememiz gerekiyor? Çözüm uzlaşma nasıl olabilir? Burada iki seçenek önümüze çıkıyor. 31 Temmuz itibariyle;
– Ya ABD’nin baskısına boyun eğeceğiz. Bu, domino etkisi de yapacaktır. ABD’nin Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyinde oluşturmak istediği garnizon PKK devletine karşı çıkmayacağız. Irak’ın, Suriye’nin bölünmesine küçük küçük devletçiklere veya konfederal devletlere dönüşmelerine göz yumacağız. İran’a ve Rusya’ya yönelik ABD yaptırımlarına tam olarak uyacağız. Doğu Akdeniz’de bize ne kadar deniz kıta sahanlığı uygun görülüyorsa ona razı olacağız.
– İkinci seçenek de ulusal bağımsızlığımızdan ödün vermeyip basķılara karşı dik durup, aldığımız kararın arkasında duracağız.
Bu takdirde olabilecekler ise yaptırımlara karşı iktidarı ve muhalefeti ile bir araya gelip bir sonraki genel seçimlere kadar bu konuda milli bir görüş üzerinde mutabakat sağlayıp hep birlikte karşı duracağız. Ekonomik, finansal saldırılara dayanacağız. Siyasi, sosyal, ekonomik, teknolojik, askeri her türlü ambargoya karşı direneceğiz. Bunu iktidarı ve muhalefeti ile birlikte yapıp acıyı, mutluluğu, başarıyı hep birlikte paylaşacağız.
Belki bu durum bizi birbirimize daha yakınlaştıracak birbirimize daha fazla güvenmemize inanmamıza neden olacak, dışarıdan satın almak zorunda olduğumuz birçok ekipmanı, ham maddeyi, yarı mamul maddeyi kendi imkanlarımızla kendi kaynaklarımızdan temin etmenin de önü açılmış olacak.
Genel seçimlerin zamanı geldiğinde ise hesap kitap ortaya konulacak. Bu olabilir mi? Açık söyleyeyim, hiç de kolay görünmüyor. Çünkü öyle bir durumdayız ki, başarı da başarısızlık da paylaşılmak istenmiyor. Ancak bu birliktelik olursa, bu cendereden daha rahat ve hatta güçlenerek çıkarız. Adını koymak gerekiyor: Dönem emperyalizme ve siyonist-evangelist cendereye karşı çıkıp kurtulmanın dönemidir.