Amerikalılar başta olmak üzere misyonerlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasındaki rolü biliniyor. Bu misyonerlerin yerini 1900’lü yılların özellikle ikinci yarısıyla birlikte Barış Gönüllüleri adı verilen yapılanma aldı. Zaten nerede “Barış” nidası duyuluyorsa kaçmamız bu yüzdendir. Bu söylemin dillendirildiği her yerde Batı merkezli sömürgeleşme, katliam, işgal, kan ve gözyaşı yaşandı.

Barış Gönüllüleri’nden istenen, Amerikan ideolojisinin propagandasını yaparak Amerika’ya sadık toplumsal ortam oluşturmasını sağlamaktı. Saturday Review dergisindeki, “Barış Gönüllüleri bu işi başarabilecekler mi?” başlıklı yazıda belirtildiği gibi amaç “Bir Müslüman’ın Mekke’ye yönelmesi gibi, bir insanın Washington’a bakmasını sağlayacak ideali bulmak” olarak belirlenmişti.

Bu Barış Gönüllüleri sonra Türkiye’ye de giriş yaptı. Zaten ABD’nin hedefinde hangi ülke varsa, o ülkede bu Barış(!) Gönüllülerini görüyorduk. Yaptıkları tahribatı büyüklerimiz bilir. Ayrı bir yazı konusu olduğu için burada bırakıyorum.

ABD, 1980’lerle beraber çok daha etkili bir yapılanmaya gitti. Kısaltılmış adı NGO olan “Non Governmental Organizations-Hükümet Dışı Organizasyonlar” bu yapılanmada, dünyanın her tarafında pıtırak gibi örgütlenmeler ortaya çıkmaya başladı. 1980 öncesinin “kitle örgütleri” yerini yavaş yavaş 20-30 kişinin bile oluşturabileceği “Sivil Toplum Kuruluşları”na bıraktı. Bu yeni yapılanmalarının en temel argümanı “devlete” ait ne varsa reddetmek ve adeta resmi olan her şeye düşmanlığına yönelmekti. Örneğin eskiden sol hareketler, devlet değil sistem/iktidar partisi karşıtlığı üzerinden siyaset yapıp, iktidar olmayı hedeflerken, 1980-90’lardan sonra devlete ait ne varsa düşmanlığa dönüş yapıldı. Ancak bu yapılar nedense ABD’nin hedefindeki ülkelerde güçlendi(rildi). Hedef hiçbir zaman ABD olmadı. Güçlendirildi dediğime bakmayın. Aktardığım gibi kitleleri peşinde sürüklemesine gerek yoktu bu hareketlerin. Kendilerine verilen görevleri yapsınlar, o yapılanların propagandası zaten halledecekti. Nasıl mı? Elbette medya üzerinden.

Ayrıntıları aktarmaya bir sonraki paragraftan başlayıp, bir parantez açıp, bu konu ile ilgili en çarpıcı örneğin Genç Siviller isimli örgütlenme olduğunu hatırlatalım. Onbinlerle yapılan mitingler görmezden gelinirken bu örgütün 50-100 kişiyle yaptığı eylemlerin nasıl parlatıldığını hatırlayın. Özellikle de kumpas süreçlerinde…

Parantezi kapatıp bıraktığımız yerden başlayalım. Öncelikle altını çizerek vurgulayalım: Aşağıda yazdıklarıma, farklı da düşünsem hangi düşünceden olursa olsun, namuslu kalem erbapları, hakikat mücadelecileri dahil değildir.

12 Eylül darbesi, Türkiye’de birçok yapıda olduğu gibi medyada da sarsıntı oluşturdu. Yeni bir yapılanmaya gidildi. Bu yapılanmada kilit noktaları “liberal” düşünceye sahip kalemler tutmaya başladı. Elbette farklı düşünenler vardı. Ancak onlar da ya “hizadan çıktıkları için” tasfiye edildiler ya da deyim yerindeyse “farklı görüşlere tahammül” süsünün içinde yer aldılar, ancak etkisiz bırakıldılar. Merkezde yer alan bu isimlerin haricinde, farklı siyasi yelpazede meslektaşlarımız emek yoğun mücadelenin olduğu basın organlarında mücadele ederek insanlara haberler ulaştırmaya çalışıyordu. Ancak etkileri, sözünü ettiğim köşe başlarını tutanlar kadar değildi. Bu kişilerin etkileri 1990’larda ve özellikle 2000’li yılların başında çok daha arttı. O dönemde, benzer şekilde FETÖ’nün medya etkisinin de artması dikkat çekiciydi.

Tekrarlayalım, bu durum, Türkiye’ye özel bir durum değildi. Batı dünyasının hedefinde hangi ülke varsa, o ülkede de benzer gelişmeler yaşanmaktaydı. Malum, Soğuk Savaş bitmiş, emperyalizmin son dönem ideologlarından Francis Fukuyama’nın ifadesiyle “Tarihin Sonu” gelmişti(!). ABD liderliğindeki dünyaya biat etmemiz gerekiyordu. Bu biatın psikolojik altyapısının oluşturulması için oluşturulan propaganda mekanizmasının oluşturulması da elbette ki medyadan geçiyordu. Hatırlayalım: Medyada köşe başlarını tutanlar neler yapmadılar ki;

– ABD-AB, Yugoslavya’yı paramparça etti, insanlar birbirini katletti, soykırımlar yaşandı, alkışladılar.

– ABD ve destekçileri 1991’de Irak’a saldırdı, 2003’te işgal etti. Katliam üstüne katliam yaptı, alkışladılar.

– ABD, Irak’a ambargo koydu, milyonlarca insan gıdasızlık ve ilaçsızlıktan öldü, alkışladılar.

– ABD, dünyanın her tarafında darbeler, kalkışmalar, kaos harekatları yaptı, hepsini “demokrasi, barış” adı altında desteklediler.

– ABD, terör örgütü PKK’ya siyasi, ekonomik, askeri destek verdi, bunlar da 2000’lerle yoğunlaşan sürecin propagandistleri oldu.

– Batı, Türklerin soykırım yaptığı yalanını piyasaya sürdü, bu emperyalist yalanın bayraktarlığını yaptılar.

– ABD, aparatları aracılığıyla kumpaslar kurdu, bu zihniyet “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” mantığıyla kumpaslara destek verdi.

Öyle yapmasalar, tasfiye edileceklerini çok iyi biliyorlardı. Patron ne istiyorsa o yapılmalıydı. Velhasıl kelam, bu yapı 2010-11 dönemine, hatta biraz daha ileri gidelim 15 Temmuz’a kadar etkili oldu.

Ancak ne zaman ki Türkiye Cumhuriyeti devleti kendisine kurulan oyunu çok net bir şekilde anladı ve ciddi bir paradigma dönüşümüne giderek karşı hamleler yapmaya başladı, işte o zaman aktardığım bu yapı büyük darbe yedi.

Onlarca gazeteci kumpaslarla cezaevine atıldığında ses çıkarmayan bu yapının kalemleri, “özgür basın”ı, “bağımsız gazeteciliği” hatırladı. Hatırladı dediysek, “Biz geçmişte hata yaptık, gazeteciler FETÖ kumpasına maruz kaldığında sessiz kalmamalıydık” demediler. Asla… Tam tersine o dönem yaptıkları her şeyi savunmaya devam ettiler. Geçmişte o birkaçını saydığımız icraatlarının arkasında da durdular. Sadece kendileri zayıflayınca bu söylemi propagandalarına eklediler.

Arka arkaya kurulan siteler ve sosyal medya üzerinden etkili olmaya çalıştılar. Başarılı olmadıklarını söylemek zor. Türkiye’nin milli politikalarının karşısında bazen Atatürkçü, Milliyetçi olarak tanımlayan bazı kesimleri bile etki alanına aldılar. Oysa onlar için Atatürk bir diktatör, milliyetçilik, vatanseverlik ise kesinlikle ağza alınmaması gereken “ırkçı-faşist” bir değerdi.

Peki bu yapının bulundukları mecralar nereden finanse ediliyor? İşte Obama döneminde yıldızı parlatılan ABD’deki Demokrat Parti’ye yakın Center for American Progress’in 10 Haziran 2020 tarihli raporu bu konuda çarpıcı bilgiler içeriyor. Bu bilgilerden bazıları basına yansıdı. Türkiye’deki bazı kuruluşlar, ABD merkezli kuruluşlar tarafından finanse ediliyormuş. Bu kuruluşlardan en dikkat çekeni ise NED, yani National Endowment for Democracy. Türkçesi Demokrasi için Ulusal Fon.

Türkiye’de bazısı muhalif olmak da dahil olmak üzere çok sayıda yayın organı, internet sitesi ve oradaki meslektaşlarımız ayakta kalmak için mücadele ederken bu raporda adı geçenler NED ve benzeri yapılardan para alıyormuş. Diyebilirsiniz ki, “Ne var bunda, sonuçta bunlar demokrasi için kurulmuş sivil yapılar.” İşte işin bam teli de burası. NED özelinde söylersek (ki ABD’deki bu yapıların hemen hemen tamamının gayri resmi olduğunu söyleyemeyiz), bu yapı doğrudan Amerikan devletinin parasıyla finanse ediliyor. Anlatalım:

NED, 1982 yılında ABD Başkanı Ronald Reagan’ın talimatıyla kuruldu. Amerikan kongresi, (İran-Kontra skandalının kahramanlarından) Oliver Nort tarafından “Demokrasi Projesi” adı verilen bu yeni ajansın yıllık 18 milyon dolarlık bütçesini onayladı. Bütçe kısa süre sonra yılda 40 milyon dolara, sonraki yıllarda da 80 milyon dolara çıkarıldı. Bu paranın büyük bir bölümü, diğer Amerikan demokrasi destekleme gruplarına aktarılıyordu. Bu grupların içinde ABD’deki iki büyük siyasi parti olan Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti’nin uluslararası alandaki uzantıları (NDI ve IRI) ve Freedom House ile seçim gözlemcisi IFES (International Foundation for Election Systems) gibi partiler üstü organizasyonlar da bulunuyordu. Yani para NED’e bizzat Amerikan devleti tarafından aktarılıyor, NED de bu parayı, dünya çapında “organizasyon” gerçekleştiren diğer “Sivil Toplum Örgütleri”ne aktarılması için NDI, IRI, Freedom House ve IFES gibi yapılara gönderiyordu. ALTINI TEKRAR TEKRAR KALIN HARFLERLE ÇİZELİM: BU YAPILAR PARAYI NED’DEN DEĞİL, BİZZAT AMERİKAN DEVLETİNDEN ALIYOR.

NED’in aktardığı paraları, gerek hedef ülkelerde kontrol altına alınan Sivil Toplum Örgütlerine aktaran gerekse kendi operasyonlarında kullanan kuruluşların, Amerikan devletinin eski yöneticileri tarafından idare edilmesi de NED’in bir politik araç olarak kullanıldığının en önemli göstergelerinden biridir. Örneğin, eski CIA yöneticisi James Woolsey, 2002 yılından 2005 yılına kadar NED’den bağış alan bir başka kuruluş olan Freedom House’un yönetim kurulu başkanlığını yaparak, demokrasi projesine “katkılar” sunmuştu. Freedom House, Macaristan, Sırbistan, Ukrayna, Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerdeki ofisleriyle sadece muhaliflere yardım etmekle kalmadı, yıllık raporlarıyla hangi ülkelerin “özgürleştirileceği”, “kısmen özgürleştirileceği” ya da “hiç özgürleştirilmeyeceği”ni belirledi.

Yine bir dönem IRI’nın başkanlığını, 2008 başkanlık yarışında Cumhuriyetçilerin adayı John McCain yaparken, Demokratların yapılanması olan NDI’nin başkanlığını yapanlar arasında da ABD eski Dışişleri Bakanı Medeleine Albright vardı.

Albright için bir not düşelim: 1990’lı yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik başlatılan psikolojik savaşta adeta bayrak haline getirilen “Mehmedin Kitabı”nın yazarı Nadire Mater’in ABD Merkezli McArthur Vakfı’ndan 59 bin dolar aldığı ortaya çıkmıştı. Mater’e dava açılınca, en büyük destek ABD Dışişleri çevresinden gelmişti. Kitabın toplatılması ve dava açılması üzerine Madeleine Albright, “Nadire’ye hiçbir şey yapamazsınız, ceza almasını kabul edemem” açıklamasını yapmıştı. Düşünün koskoca ABD Dışişleri Bakanı bizzat olaya müdahil olmuştu. Nadire Mater’in, son raporda fonlanan kuruluşlar arasında sayılan ve henüz konu ile ilgili bir açıklama yapmayan ‘bianet’in kurucusu olduğunu da hatırlatalım.

NED ile ilgili bir bilgi daha paylaşalım… Yaklaşık 25 yıl CIA’da çalışan, Vietnam, Laos ve Hindiçin ülkelerindeki CIA istasyonlarında da görev yapan Ralph Mcgehee, kurduğu ve daha sonra CIA baskısıyla kapatılan “ciabase” isimli internet sitesinde NED ile ilgili şunları yazmıştı: “CIA’nın ülkelerin karıştırılması operasyonlarında kullanılan birçok işlevinin NED’e transfer edilmesiyle, Demokrasi için Ulusal Fon’un kullanımına gidildi.

Tekrarlayalım: İddialar doğruysa bu yapılar sivil kuruluşlar tarafından değil, bizzat Amerikan devleti tarafından fonlanmakta ve istihbarat operasyonlarında kullanılmakta. Bu durum da özünde bir ulusal güvenlik sorunu oluşturmakta.

KAYNAKLAR:

– Mustafa Yıldırım, “Sivil Örümceğin Ağında”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları

– Ceyhun Bozkurt, “Vizesiz Müttefik”, Destek Yayınları

– M. Emin Değer, “Oltadaki Balık Türkiye”, Otopsi Yayınları

– Mark MacKinnon, “Yeni Soğuk Savaş-Renkli Devrimlerin Sırrı”, Destek Yayınları

YAZININ ORİJİNAL METNİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

Bir yanıt yazın