Doğu Akdeniz ile ilgili 2000’li yılların başındaki gelişmeleri hatırlayın. Annan Planı, NATO’nun Kıbrıs Adası’nı işgal planı, Akdeniz başta olmak üzere Mavi Vatan’ı savunan Deniz Kuvvetleri’ndeki komutanlarımızın FETÖ kumpasıyla hedef alınması ve Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan çok sayıda ülkeyi hedef alan “Arap Baharı” adlı süreç… Adeta bir taarruzun ortasındaydık. Batı dünyasının desteğini arkasına alan Yunanistan ve Rumlar, Türkiye’yi ve KKTC’yi kuşatmak için ellerinden geleni yapıyordu.

Bir taraftan bu hamleleri gerçekleştirirken boş durmuyorlardı. Rumlar, 2003’te Mısır, 2007 yılında Lübnan ve 2010 yılında da İsrail ile MEB (Münhasır Ekonomi Bölgesi) antlaşmaları yaptı.

Bütün bunların bir nedeni olmalıydı. O neden, ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi (USGS-US Geological Survey)’nin 8 Nisan 2010 tarihinde yayınlandığı rapordaki bilgilerde saklıydı. Raporda, dünyanın en büyük doğal gaz yataklarından birinin Doğu Akdeniz’de Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan Levant Havzası’nda bulunduğu, söz konusu havzada 122 trilyon kübik feetlik (3.45 trilyon metreküp) doğal gaz ve 1.7 milyar varil petrol bulunduğunun tahmin edildiği bilgisi yer almaktaydı. 2008 yılında dünya çapında üretilen ve tüketilen toplam doğal gaz miktarının 110 trilyon kubik feet olduğu düşünülürse sadece bir havzada bulunan rezervin büyüklüğünü siz hesap edin.

Yine ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi tarafından Nil Delta Havzası’nda yaklaşık 1.8 milyar varil, çıkarılabilir petrol ve 223 trilyon kübik feet’lik (6.3 trilyon metreküp) çıkarılabilir doğal gaz ve 6 milyar varillik sıvı halde doğal gaz rezervi olduğu tahmin edildiği ifade edilmiştir.

Yani Doğu Akdeniz çok zengin hidrokarbon yataklarına sahipti ve doğal olarak bizim de burada hakkımız vardı.

Türkiye’nin süreç içinde önce perde arkasından 2013 yılı itibariyle de açıktan FETÖ ve batıcı unsurlarla hesaplaşmaya başlaması ile süreç tersine dönmeye başladı. Ancak hala devlet içinde FETÖ unsurları vardı ve bunlar Türkiye’nin tüm milli politikalarını olduğu gibi Mavi Vatan politikalarını da sabote etmeye devam etti. Ta ki 15 Temmuz’a kadar. O tarihten itibaren özellikle Türk Deniz Kuvvetleri’nde FETÖMETRE ile yapılan FETÖ militanı temizliği, donanmanın gücünü artırdı. Savunma sanayisindeki gelişmelerin özellikle Türk donanmasına kazanımlarıyla bağlantılı olarak Mavi Vatan’ımızda etkinliğimiz iyice kendini hissettirir hal aldı.

Aynı dönem Deniz Kuvvetleri’nde Tümamiral Cihat Yaycı’nın geçmişten bugüne yaptığı çalışmalar geçtiğimiz günlerde ilk somut kazanımı sağladı. Türkiye ile Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ile Türkiye ile Libya arasında deniz sınırımız çizildi. Bu sayede Yunanistan’ın Libya’daki karışıklıktan faydalanarak 2014 yılında bu ülkeden gasp ettiği 39 bin kilometrekarelik deniz alanının yeniden Libya’ya kazandırılması sağlandı.

Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor. “mutabakat muhtırası” ifadesine takılıp “Bu bir mutabakat muhtırasıdır, anlaşma değildir” diyenlere yanıt vermek gerekiyor. Her ne kadar mutabakat muhtırası olarak isimlendirilse bile bu Türkiye ile BM nezdinde meşru kabul edilen Ulusal Mutabakat Hükümeti arasındaki bir anlaşmadır. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vurguladığı gibi anlaşma TBMM’de onay alma süreci yaşanacak. Uzmanlar, Libya’da henüz bir Meclis olmadığı için böyle bir sürecin bu ülkede işlemeyeceğine dikkat çekiyor. Dolayısıyla Libya’da ilave bir hukuki süreç söz konusu olmayacak. Türkiye’de TBMM’de en kısa zamanda onaylandıktan sonra koordinatlar Birleşmiş Milletler’e bildirilecek. BM’nin konuyla ilgili çıkardığı dergide bu anlaşmanın bilgilerinin yayınlanmasının ardından iki ülke arasındaki deniz sınırı tüm dünyaya ilan edilmiş olacak. BM bu konuda bir onay mercii değil. İki ülkenin beyanı esas olacak.

Bu muhtırada ikinci önemli ayrıntı, Libya’da meşru hükümete ne tür bir baskı olursa olsun, hangi gayri meşru güçler desteklenirse desteklensin, bu anlaşmaya karşı çıkmak, Libya vatan toprağını Yunanistan’a peşkeş çekmek anlamı taşıyacak. Yani Hafter, iktidara gelse bile anlaşmayı bozarsa vatana ihanet suçu işlemiş sayılacak. Bu nedenle artık bu sürecin geri işletilmesinin imkansıza yakın olduğu dile getiriliyor.

Gelelim anlaşmanın bizim açımızdan önemine…

Doğu Akdeniz mücadelesinin temelini önceki satırlarımızda çok özetle de olsa aktarmıştık.

Burada madde madde basına da yansıyan bazı kazanımlarımızı yazalım:

– Türkiye, 1986 yılında Karadeniz’de 200 millik alanda MEB ilanı yapmıştı. Ancak Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de böyle bir ilan gerçekleştirmemişti. Libya ile yapılan anlaşma ile Doğu Akdeniz’de MEB’in batı sınırını belirlemiş olduk.

– Anlaşmayla Türkiye, Mavi Vatan topraklarını yaklaşık 4’te 1’i büyüklüğünde büyütmüş oldu. Bu da şu anlama geliyor: Lozan’dan sonra ciddi anlamda Cumhuriyet tarihimizin en önemli anlaşmasını yapmış oldu.

– Yunanistan’ın, Rumlarla deniz bağlantısını kesmiş olduk. Bu da Yunanistan’da çok büyük bir travma oluşturdu. Yunan basınında çıkan yazılarda bu travmanın ve yenilgi psikolojisinin etkilerini görmek mümkün.

– Yine Yunanistan’ın bölgede ortak hareket ettiği Sisi yönetimindeki Mısır ile bağlantısını kestik. Böylece Yunanistan’ı ne Rumlarla ne de Mısır’la MEB anlaşması yapamayacak duruma getirdik.

Ayrıca dünya deniz ticaretinde son derece önemli bir yeri olan Doğu Akdeniz’in deyim yerindeyse Batı kapısını tutarak, stratejik bir üstünlük elde ettik.

Bundan sonra yapılacak ilk iş, bir an önce pratik adımını attığımız Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölge ilanımızı yapmak olmalıdır. Bu durumda ısrarla vurguladığımız “Doğu Akdeniz’deki kaynakların hakkaniyetli paylaşımı” konusunda büyük bir adım atmış oluruz.

Eklemeden geçemeyeceğim. Bu anlaşmada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın gayretlerinin çok büyük katkısı var.

Yarın anlaşmanın diğer ülkelere etkisini irdeleyerek Doğu Akdeniz’deki denge değiştiren hamlenin ardındaki gelişmeleri yazmaya devam edeceğim.

Bir yanıt yazın