Doğum ve ölüm arasında yaşam denen bir sürecin yeryüzündeki yansımasıdır ömrümüz…

 Zaman eni sonu nicel bir kıymet; yeryüzündeki nicel var oluş, zaman denen bir olgunun birimlenmiş değer yüklenmiş belirli bir aralığın algıdaki yeri. Bu gezegende ne kadar kaldığın değil bu gezegende iken nasıl yaşadığındır ömür…

Nasıl yaşanır ki ömür…! Yeryüzünde her canlı türü bir şekilde var oluyor… Hangi coğrafya, kavim, din, dil, toplum… Adlarla tariflenmiş onca olgu, anlam yüklü niteliksel değerler… Var oluşun esas dürtüsü; arzu…

Varlığı var oluşunun ötesi tariften kaçıp bilinmezliğin örtüsüyle kendini her daim saklayan o şehvetin ardında çıkagelen üreme hali… Var oluş… Annenin rahminde düşmen bile kısmete bağlanıp ilahi bir kıymetle yeryüzünde gelişini,  imtihanlı ve kazanıp kaybetmeli bir dünya ömrü olarak daha doğmadan anne rahminde içine işlemeye başlıyorlar… Tek kader doğmadan öncesinde coğrafya ve sonrasında toplum… Bu iki oluşum var oluşundaki özne ve yüklemin bütünü… Bir zaman sonra ait olmadığın hallerin bütünü bu iki sürece baş kaldırıya dönüştüyse kavgan çok çetin olacak bilesin…

Kafatasın içindeki o organ esasen bütün sihir ya da gizem orada… Yürek vesaire hepsi o kafatası içindeki organın marifetiyle kendine bu gezegende bir yer edinecek… Ne tuhaf dimi…!?  Beyin denen o melanet organ esasen yeryüzündeki var oluşundaki en büyük gizem… Sıradan bir üreme ile var olan bir canlı ki insan türünden olsun… Coğrafya belirli bir kalıtımsal lığı üreme aracılığıyla bireye taşıyor ürenen varlıkta olan çok şey kromozom hikayesiyle taşınıyor…

Hal, tavır, duruş, bakış, renk…çok şey çoğalma sürecinde bireye ebeveyn aracılığıyla taşınıyor… Bunun kadercil bir yanı yok… Matematiksel bir denklem… Ama o organ kendine münhasır bir şey işte eğer onun o kavimsel ve ait olunulan coğrafyanın dışında yeryüzündeki aidiyetlerden kurtarıp olabildiğince objektif kılabilirsen ki ne pahasına olursa olsun öğretilmiş kıymetlerden arınıp önce hiçliğe erebilirsen sonrasında emekle var olmanın özgürlüğünde gerçek doğanlardan olup o tek ve gerçek Özgürlüğe erebilirsin… İnternet gibi yeryüzünün deha buluşu ve bu kaynakla insanın her eyleminin anlık bildirimlerle dünyamıza taşınmasıyla öğrendiklerimizin ömrün nicel kıymetindeki çıtayı baya yükseltti… En iyi bilip ezber ettiğim şeylerden biri de emeğin artık yeryüzünde çok tın halleri…

HA bir de sevgi… ki sevgi emek derken her şiir içinde gerçeği taşırmış keşke hep şiir tadında klasaydı uslarımızda… Ama öyle olmadı işte… ne sevgiye ne emeğe sahip çıkabildik ondandır ussal yoksulluğumuz ve var oluşumuzdaki sığlık… Yoksa bir gülüş koca bir ömür demek için yeter belki çok azı bile yeter… Ama biz o kadar sahte kahkaha atıyoruz sadece gülüyor dedirtmek için ve o masumiyet yitip gidiyor o kahkahaların sığlığındaki saklı yitik akmayan göz yaşlarında… Mükemmeliyetçilik ve harika insan ne büyük katilmiş hem de her daim yanı başımızda… Ne lanet bir hırsızmış hem de ömrün yaşadım dediğimiz anlarını dirhem dirhem çalan…


Uyuyorsun ve uyanıyorsun… Rutin bir gün ; aynı saat kahvaltı, ve aynı durak seni alan bir araç ve aynı yol… Aynı zamanın aynı anında aynı coğrafik olayların aynı takvimdeki devinimi zaman zaman istisnaları içinde değişken haliyle taşıyan… Sonra aynı iş yeri aynı insanlar ve aynı tebessüm… Her şey aynı… Aynı masa, aynı yüzler…aynı…aynı…aynı… Günler adlarla tanımlanmış her dinin kutsalı addedilen yan yana gelmiş günler… Zaman da öyle binlerce parçaya bölünmüş… Ve hayat o parçaların içinde nicel değerlerle ad edinmiş… Aynaya bakıyorsun bir can yeryüzündeki resmin…  Sürekli onunla meşgulsün… Ya da yeryüzünde sahip olduğun maddesel varlıklar… Zaman da bilip bileceğin en büyük hırsız durmadan kendinden çalan… Onca şey içinde o beyin denen melanet organı unuttuk… Ne tuhaf şey şu organ… Esasen var oluşumuzdaki etrafımızda ve ruhumuzda gördüğümüzü söylediğimiz her şey onun yanılsaması… Onca şey yazdım hiçbiri var oluşum dışında ya da var olduğum inancım dışında bir süreçten değil her şeyiyle “ben buyum” sığlığında algılasal düşünüşün hayata basit bir yansıması…

Yeryüzü yorulup dinlenmek ve susayıp su içmek acıkıp yemek yeme ve dokunup sevmek ve bir yüreği en derin yerlerinde görüp o boşlukta var oluşun en büyük hazzıyla uçarcasına süzülmek gibi kıymetlerin yazıldığı sığlığı tersinde en büyük değerdir…  İnsan mutluluğu ararken yapabileceği en büyük hataya dahil oldu; kendini yitirdi ve elinde gerçekliği tadında en büyük huzur olan kendine kör oldu… Basit addedip zora dahil olmakla kendisine ve ömrüne yükleyeceği sandığı değerler esasen yanı başındaki huzurun gitmesine sebep etkenlerdi…

İnsan öğrenmek için değil sevdiği için okumalı… İnsan kalırken ve giderken aklını değil ruhunu dinlemeli o her zaman o işitilip görülmeyip ama lisanın en doğrusuna dahil sensindir… Dünyanın birçok coğrafyasında motosiklet sürerken ki yurdumdan binlerce km ötede iken girdiğim hiçbir viraja acabamla girmedim ya da dağ başlarında en yabani yerlerde ormanın zifiri karanlıklarında kurduğum çadırda yatarken ihtimallerin felsefesiyle uykuya hoş geldim demedim… Hep bir merak ve hep deneyimleme heyecanıydı ömrüm dediğim sadece bende var olup öyle de gidecek hayat… Bu yaşam bizlere verilmiş bir armağan falan değil doğmasaydık bilmezdik olduk ki farkındayız ve öğrendiklerimiz ve evetlerimiz kıymetinde. Acaba sız, keşke siz bir ömrü olsun esasen çok abartıldığı kadar hiç de uzun olmayan hayatlarımız… Bunları ne Tibet’te öğrendim ne de Hindistan’da… Dünyanın hiçbir yerinde yaşamaktan başka bir şey yapmadım ne zaman ki köyümde içimde uzun kalmalarla ruhumu keşfetmeye başladım işte o zaman onca zaman ardından gittiklerimin esasen içimde olduğunu fark ettim…

Bir yanıt yazın