15 Temmuz 2016 gecesi başlayan ve 16 Temmuz 2016 tarihinde sabaha karşı tamamen püskürtülen işgal girişiminin hemen ardından başlayan gözaltı ve tutuklamaları hatırlıyorsunuzdur. Kahraman asker, polis, hakim ve savcıların 15 Temmuz gecesinde silahların gölgesindeki mücadelesiyle 16 Temmuz-24 Temmuz 2016 tarihleri arasındaki 9 günde bin 611 polis (795 rütbeli, 816 rütbesiz), 8 bin 900 asker (169 general, 2 bin 365 subay, diğerleri 6 bin 366), 2 bin 114 hakim ve savcı, 55’i mülki idare amiri olan 689 sivil gözaltına alınmıştı.

İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre o tarihler arasında toplam 6 bin 16 kişi de tutuklanmıştı. Tutuklananlardan 470’ini polisler (287 rütbeli, 183 rütbesiz), 3 bin 847’sini askerler (123 general, bin 52 subay, 2 bin 672 diğerleri), bin 572’sini hakim ve savcılar, 34’ünü mülki idare amirleri, 93’ünü de siviller oluşturmaktaydı.

Özellikle askerlere yönelik gözaltı işlemlerinin büyük çoğunluğu 15 Temmuz saldırısına fiilen katılmasından kaynaklandı.

Sonrasında ne oldu? Gözaltı ve tutuklamalar günümüze kadar sürdü, sürüyor.

Mart 2019’da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yaklaşık 3 yıl içinde FETÖ operasyonları çerçevesinde 511 bin gözaltı, 30 bin 821 tutuklama işlemi yapıldığı bilgisini verdi.

Sadece Aralık 2019’da, haklarında savcılık kararı çıkarılan TSK mensubu 221 kişiden 196’sı gözaltına alındı. Bunların 149’u tutuklandı.

Yani, 15 Temmuz’da suçüstü yakalanan militanların dışında çok sayıda kişi son 4 yılda gözaltına alındı, tutuklandı.

Anlaşılıyordu ki, örgüt 15 Temmuz’da bütün unsurlarını sahaya sürmemişti. Bazı unsurlarına uykuda kalın talimatı geçmişti. FETÖMETRE, ankesörlü hat soruşturması gibi mücadele yöntemleriyle bu unsurlar tek tek ortaya çıkarıldı.

Peki örgüt neden böyle bir strateji izlemiş olabilirdi?

Bunun akla gelen tek bir açıklaması olabilirdi. O da, eğer 15 Temmuz’da sahaya sürülenler başarısız olursa, B planında kullanılacak unsurların korunması. Öyle ya, FETÖ ve özellikle de arkasındaki küresel akıl aptal değildi. Her ihtimali değerlendirmişlerdi. Mutlaka B, C veya daha fazla planları vardı.

Peki bu B planı ne olabilirdi?

Bunu anlayabilmek için bir beyin jimnastiği yapmakta fayda var.

15 Temmuz saldırısının nedeni, sadece Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan değildi. Erdoğan’ın o dönem temsil ettiği devlet politikalarını değiştirmek hedefi söz konusuydu. Hatırlayalım o dönemi. Türkiye;

– Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizi Suriyeleştirmek ve sözde özerk yapılar/kantonlar oluşturarak ülkemizi bölmek isteyen PKK terör örgütü militanları kazdıkları hendeklere gömülmüş,

– 17-25 Aralık’tan sonra yoğun bir şekilde başlatılan operasyonlarla Fetullahçı terör ve casusluk örgütü unsurları devletten tasfiye edilmeye, bazıları gözaltına alınmaya, tutuklanmaya başlanmış,

– Türkiye ile Rusya arasında, uçak krizi sonrası kopan ilişkiler yeniden tesis edilmiş,

– Suriye’nin kuzeyindeki terör yapılanması adım adım hedefe oturtulmuştu.

Özetle Türkiye bir taraftan, örgütün arkasındaki gücün Türkiye’deki aparatlarını ezmeye, diğer yandan yine aynı gücün istemediği bölgesel iletişim için ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Türkiye, onların ifadesiyle yine “hizadan çıkma”, “kontrol edilememe” rotasına girmişti. Zaten 15 Temmuz saldırısı böyle bir ortamda gelişmişti. FETÖ’yü kontrol eden ABD/NATO ekseni, 15 Temmuz yenilgilerinden sonra özellikle dış politika ve güvenlik anlamında çok daha büyük şoklar yaşadı.

Türkiye-Rusya-İran ekseni Suriye’de çözüm için ortak bir zemin oluşturdu, PYD ve IŞİD terör örgütleri ezildi, Doğu Akdeniz’de emperyalist planlara meydan okudu, Mavi Vatan bilinci yeniden ayağa kaldırıldı. Bu durum küresel aklın işine gelmiyordu. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, göreve gelmeden hemen önce, PYD terör örgütünün ezildiği Zeytin Dalı Harekatımız sonrasında “Türkiye Afrin’i alarak tekere bir çomak daha soktu” demişti. Türkiye, ABD’nin bölgedeki tekerini döndürmüyordu. Hatırlayacak olursanız İsrailliler de Barış Pınarı Harekatı sırasında “6 yıllık plan 6 günde çöpe gitti” demişti. Doğu Akdeniz’de Libya’nın meşru hükümeti ile yaptığımız önce Deniz Yetki Sınırları ardından Güvenlik ve Askeri İşbirliği Anlaşmaları da emperyalistleri ve bölgedeki taşeronlarını iyice deliye döndürdü.

Tam da bu dönemde başlayan ve günümüzde artan ilginç gelişmelere şahit oluyoruz. Günümüzdeki tartışmalara bakın:

– Gazeteci titri taşıyan biri çıkıp “Neymiş Mavi Vatan” diyerek Türkiye’nin Doğu Akdeniz stratejisine meydan okudu. Aynı kişi “Mavi Vatan denilen tezin hem Dışişleri’nde hem Silahlı Kuvvetlerde hem tüm devlet yapısında çok ciddi rahatsızlık yarattığını söylememiz lazım” diyerek daha derin bir boyut kazandırdı. Bu sözleri duyunca aklıma ABD’li Gazeteci Mike Whitney’in, Mete Yarar ile birlikte yazdığımız Darbenin Kayıp Saatleri kitabında da detaylı yayımladığımız, 15 Temmuz’dan 6 ay önce 24 Şubat 2016 tarihinde Global Research isimli sitede kaleme aldığı yazı geldi. Whitney yazısında Türkiye’nin Suriye’deki terör unsurlarına yönelik yapmayı planladığı ancak ordu içindeki kripto militanların engellediği operasyon planlarını kastederek “Türkiye’nin [Suriye’yi] işgali kendi sınırları içinde bölünmeleri yoğunlaştıracak, Erdoğan’ın gücünü ciddi boyutta aşındıracak, kırılganlık yaratacak ve ABD, TSK ve MİT içindeki ajanları yoluyla bundan yararlanacaktır.” Whitney’in kastettiği “ABD’nin TSK ve MİT içindeki ajanları”nın FETÖ militanları olduğunu 15 Temmuz’da ve sonrasında gördük. Zaten ABD’li komutanlar FETÖ militanları tutuklandıkça “Müttefiklerimiz tutuklanıyor” açıklamaları yapmışlardı. Sözünü ettiğim açıklamayı görünce Whitney’in bu sözleri aklıma geldi. Türkiye’nin Mavi Vatan stratejisinden, ancak ve ancak aynı gücün ajanları rahatsız olabilirdi.

– Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Kıbrıs Rum Kesimi Büyükelçisi Judith Garber, geçtiğimiz günlerde Rumların sözde Milli Muhafız Ordusu Komutanı Korgeneral Demokritos Zervakis’i ziyaret ederek Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinden rahatsızlık duyduklarını aktardı.

– CHP Genel Başkan Yardımcısı Ünal Çeviköz, CHP milletvekillerine “Ege’deki adalarda Yunanistan’a sakın işgalci demeyin” dayatmasını içeren bir bilgi notu (!) gönderdi.

– Türk Silahlı Kuvvetleri, anlamsız bir şekilde Mavi Vatan mücadelesinin sahadaki temsilcileri olan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı üzerinden anlaşılması mümkün olmayan bir tartışmanın içine çekildi.

– Siyasette bir anda “darbe” tartışması alevlendi. 

– Camilerde “Çav Bella” çalınması ve Adana’da “namaz kılma” adı altında yapılan provokasyon girişimleri ile tehlikeli tartışmaların fitili ateşlenmek istendi.

– Atatürk’e yönelik saldırılar arttı. Bu şekilde Atatürkçü ve Muhafazakar vatandaşlarımız arasında bir gerilim çıkarılmaya çalışıldı. Bu provokasyon girişimleri devam ediyor.

– FETÖ’cülerin özellikle sosyal medya hesaplarındaki hareketlilik, Mavi Vatan isminin mimarı emekli Tümamiral Cem Gürdeniz’e yönelik psikolojik savaş, yeni montaj kasetlerin ucunu gösterdi.

– ABD/NATO’nun taşeron örgütü olan FETÖ’nün hapisteki militanları için “düşünce suçlusu” söylemleri öne çıkarıldı.

– FETÖ’nün ABD’de yaşayan firari militanı “İBB seçimlerinde cemaat (FETÖ) oyları stratejik oldu” şeklinde bir açıklama yaptı.

Tam da böyle bir dönemde ekonomide de dikkat çekici bir şey yaşandı. Yükselişi durdurulan ve inişte olan Amerikan Doları, 26 Mayıs’tan itibaren yeniden yükselişe geçti. Tam da bu dönemde bir kesim tarafından “ekonomi kahramanı” edasıyla parlatılan ve Türkiye’nin Batı’ya eski bağımlılık ilişkilerine dönmesini parti programına temel yapan Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan sahneye çıktı. Babacan, parmak şıklatarak “düşünce (!) suçlularını serbest bıraktıracağını” ifade etti.

Nereden bakarsanız garip bir fotoğraf var karşımızda. Bu nedenle benim de aklına ister istemez başlıktaki soru geldi: 15 Temmuzcuların B Planı mı devreye sokuldu?

YAZININ ORİJİNAL METNİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

Bir yanıt yazın