Bilinen fıkradır. Temel ile Dursun mahkemelik olmuşlar. Temel alacağı olduğu iddiasıyla şikayetçi, Dursun ise şüpheli pozisyonundaymış. Dursun suçlamaları reddetmiş ve Temel için “Kendisini tanımayrum” deyince Temel hiddetlenmiş: “Sen beni tanımaysan ben seni hiç tanımayrum.”

Komik… Keşke hayatta da bazı şeyleri reddetmek bu kadar komik ve eğlenceli olabilseydi. Ama maalesef öyle değil. Bu fıkranın aklıma gelmesinin nedeni, Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü saydığı, kendilerine “Barış Akademisyenleri” diyen grubun imzaladıkları bildiri. 

Bildiride Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarının bir bölümünde kendi sözde kanunlarını uygulamak isteyen, bunu sağlamak için de asker, polis, korucu, sivil demeden katleden, kalanları da silah zoruyla sindiren bir terör örgütüne yapılan operasyonların suç olduğu ileri sürülmüş ve operasyonlar “kasıtlı ve planlı kıyım” olarak tanımlanmıştı. Ayrıca bildirinin imzacıları Türkiye Cumhuriyeti devletinin, bir terör örgütüyle müzakere masasına oturmasını talep etmişti.

Bildiri sahipleri dolaylı olarak, PKK tarafından katledilen, şehit edilen toplam 11 bin 736 (4546 sivil, 7190 güvenlik görevlisi) sivil, asker, polis, korucu, öğretmen, memur, işçi, çobanı tanımadıklarını ifade etmişti. Çünkü bildiride hiçbir şekilde örgüt tarafından katledilen siviller ve şehit edilen güvenlik güçlerine atıf yapılmamıştı. 

Yazılarımı takip eden dostlar, okurlar hatırlayacaktır. Çözüm Süreci’ni gerek haberlerim, gerek yazılarım, gerekse yazdığım kitapla yöntem olarak eleştirmiştim. Hükümet, o süreçte bildiride adı geçen müzakere yöntemini işletmeye ve meseleyi farklı bir metot ile çözmeye çalışmıştı. Akil İnsanlar Grubu oluşturulmuş, HDP heyetlerinin İmralı Cezaevindeki hükümlü teröristbaşı Abdullah Öcalan ile görüşmesine izin verilmiş, aynı heyetlerin Kandil dağındaki terörist elebaşılarına gitmesine ses çıkarmamış, operasyonları neredeyse sıfıra düşürmüş ve daha birçok uygulamaya imza atmıştı. Ne olduğunu hatırlayın? Terör örgütü bu adıma karşılık;

– Saldırılarına devam etmiş,

– Çok sayıda asker, polis ve korucuyu şehit etmiş (Sürecin başladığı 2013 ile 2014 yılında şehit edilen güvenlik gücü sayısı 21)

– Çok sayıda sivil terörist saldırılarında hayatını kaybetmiş (Yine aynı yıllarda teröristlerin saldırıları sonucu hayatını kaybeden sivil sayısı 57)

– Şehir merkezlerinde YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) adı altında bir yapılanma oluşturmuş, YDG-H militanlarını eğitmiş ve silahlandırmış,

– Şehir merkezlerini patlayıcı ve mühimmat ile doldurmuş,

– Bazı bölgelerde kurtarılmış bölgeler oluşturmuş,

– Siviller üzerinde baskı oluşturmuş,

– Ayn el Arap’taki (Kobani) DEAŞ/IŞİD terör örgütü saldırılarını gerekçe göstererek kalkışma provaları yapmış (6-8 Ekim 2014),


– Özerklik ile nihai hedef olarak belirledikleri Türkiye’yi parçalayarak kurmayı istedikleri sözde Kürdistan’ın alt yapısını oluşturmayı amaçlamışlardı. 

Evet örgüt sözde bağımsızlık hedefinden vazgeçmemişti. Öcalan, 3 Nisan 2013 tarihinde kendisini ziyaret eden HDP’lilere, “Öcalan ‘bağımsızlıktan, federasyondan, özerklikten bilmem neden vazgeçti’ dediler. Ben hiçbir şeyden vazgeçmedim” demişti. Özetle terör örgütü, suiistimal ettiği Çözüm Süreci’nde işte bu hedefin altyapısını oluşturmaya çalışmıştı. Terör örgütü kendisine asla güvenilemeyeceğini ispat etmişti. 

Bilinçli yapılan bir başka manipülasyon da süreci devletin veya hükümetin bitirdiği yalanıdır. Tam tersine, süreci bitiren terör örgütünün bizzat kendisidir. Şöyle ki;

– 11 Temmuz 2015: Terör örgütünün sözde devlet yapılanmasının adı olan KCK terör örgütü,  “askeri amaçlı baraj inşaatını” gerekçe göstererek Türkiye’ye karşı sözde ateşkesi bitirdiğini açıkladı.

– 14 Temmuz 2015: KCK terör örgütünün sözde eşbaşkanı Bese Hozat, terör örgütünün yayın organı Özgür Gündem’de yayımlanan yazısında bundan sonraki sürecin “Devrimci Halk Savaşı” olacağını ilan etti.

– 20 Temmuz 2015: KCK terör örgütünün sözde eşbaşkanı Cemil Bayık, Suruç’taki DEAŞ/IŞİD terör saldırısından Türkiye’yi sorumlu tuttu. 

İşte bu gelişmelerin ardından PKK, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı teröristbaşı Öcalan’ın yakalanmasından sonraki en kanlı terör saldırılarını başlattı. Türkiye Cumhuriyeti, 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren bu saldırılara yanıt verdi. Ortada bir suç vardı ve operasyonlarda yasalar çerçevesinde gereken yapıldı. Elbette masum ölümü varsa soruşturulmalıdır. Buna hiç kimse itiraz etmez. Ancak ve ancak o tarihlerde yapılan operasyonlar, belki de meskun mahal operasyonlar tarihine olumlu örnek teşkil edecek şekilde geçecek bir yöntemle gerçekleştirildi. Hem de güvenlik güçlerimizin içine sızan FETÖ militanlarının her türlü provokasyon girişimlerine rağmen…

Elbette evler yıkıldı, o bölgedeki insanlarımız çok büyük sıkıntılar çekti. Hep vurguladık, zararların, halkın mağduriyetinin bir an önce giderilmesi gerekiyor. Bölgenin yeniden sağlık, sosyal hayat, ticaret vs. gibi konularda yeniden canlandırılması, diğer bölgelerimiz nasılsa o hale getirilmesi gerekiyor.

Varsa hukuksuzluk, bunun tespit edilip, bağımsız yargı eliyle gerekenin yapılması önem arz ediyor. Hepsine eyvallah. 

Ama bu durum, terör örgütünün alçak planını görmezden gelmemize neden olamaz. Mesela hatırlayın, sivilleri nasıl kullanmak istemişlerdi: Güvenlik güçleri terörist saldırılara sert yanıt verecek, teröristler o süreçte sindirdikleri halkı kendilerine kalkan yapacak, sivil ölümü olunca da “Türk devleti sivil katlediyor” diye propaganda yapacaklardı. Bu sinsi plan bölgedeki insanlarımız tarafından adeta çöpe atıldı. Teröristlerin “sokağa çıkın” çağrılarına halk itibar etmedi, evlerinden dışarı çıkmadı. Böylece güvenlik güçlerimiz ile teröristler baş başa kaldı. Terör örgütü, halkın bu pasif direnişi sayesinde tarihinin en büyük darbelerini yemeye başladı. Kale olarak gördükleri Yüksekova’da bile vatandaşların tepkisiyle karşılaştılar. Bu durum teröristlerin telsiz konuşmalarına bile yansımıştı. Teröristler, elebaşılarına “Bizi fareler gibi ortada bıraktılar” diye mesaj gönderdiler. Buna karşı da vahşileştiler, halka baskıya başladılar. 

Örneğin, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 2016 yılı Mart ayında bölgeden can güvenlikleri için tahliye edilen vatandaşların anlattığı bir olay hala aklımda çok sıcak. Olayı, Mete Yarar ile birlikte kaleme aldığımız Bu Delileri Bir Araya Getirmeyecektiniz kitabımızda da yazdık. Tahliyenin ardından güvenlik güçlerine bilgi veren bir karı-koca, teröristlerin kendilerini bırakmadıklarını, nereye giderlerse kendilerini de sürüklediklerini, teröristlerce bodrumlara kapatıldıklarını anlattıktan sonra şu bilgiyi vermişti: 

Kadın: Zaten çocuklar bizde olduğu için bizi öyle tuttular fazla. Çocuklar olmasaydı bizi tutmazlardı. Zaten eşim bağırdı çağırdı, benim eşim de yaralıdır. En son arkadaşlarının sesi geldiği için zaten biz feryat ettik, “yardım edin” diye. 

Erkek: Gidemedik bir yere. Tek ayaklıydı, yanımızda birini aldılar götürdüler. En son dedi ölmüş, sonra bir baktım alev, ateş gibi alevli. Bir baktım abi cayır cayır. 

Asker: Nerede yaktılar? 

Erkek: Aynı o sokaklarda. 90 yaşındaydı, topaldı, her gün bağırıp çağırırdı… Dedi ölmüş bir de dediler ki, silah milah kullanmışlardı orada ölmüş. Halbuki adam orada ölmemişti. 

Asker: Köprü’de yaktılar diyorsun? 

Erkek: Cayır cayır binada yaktılar adamı.

Asker: Binanın içinde mi yaktılar? 

Erkek: He öyle.

Şimdi soralım o akademisyenlere: Siz bu diri diri yakılan 90 yaşındaki ihtiyarın hesabını sordunuz mu? Onun hukukunu korumayı düşündünüz mü? Örgüt militanlarınca katledilen onlarca, yüzlerce vatandaşımız için terör örgütüne “Sizin suçunuza ortak olmayacağız” dediniz mi?

Demediğinizi, demek istemediğinizi, aslında susarak o suçlara ortak olduğunuzu hem siz biliyorsunuz hem de biz çok iyi biliyoruz. 

Siz, katledilen vatandaşlarımıza, şehitlerimize “Sizi tanımıyoruz” diyorsunuz ya, ben de buradan şöyle seslenmek istiyorum: Türk milleti olarak biz de sizi tanımıyoruz. 

Bir yanıt yazın