Sibel Alaş 13 Şubat’lardan birinde sabahın ilk saatlerinde karıştı dünya sakinlerinin arasına. Günlerden salıydı. Anne babasının ilk çocuğu, aile büyüklerinin ilk torunuydu. Bu yüzdendir ki genel inanışın aksine 13 pek uğurlu sayılır Sibel’in sülalesinde. Her yılın 13 Şubat’ında ömürden ömür gidiyor psikolojisi yerine, dünya Sibel’siz ne kadar yalnız bir planet olurdu neşesiyle kutlanır doğum günü…

Pek acayip bir çocuktu Sibel. Her minik önce anne yada baba derken onun ilk kelimesi bir biskuvi markasıydı. İkinci kelimesi de bir bankanın adı. Dört yaşında Ömer dedesinden okuma yazma öğrendi. Altı yaşında ilkokula başladı. Aynı yıl edebiyata merak sardı. Yedisinde babası ona bir mandolin aldı. Kitaplar ve müzikle olan dostluğu o yıllardan beri hiç bozulmadı.

İlkokul bitti. Hayatının tam sekiz yılını geçirdiği Çavuşoğlu Kolej’de orta öğrenim hayatı başladı. Okulunda İngilizce eğitim veriliyordu bu yüzden İngiliz ve Amerikan edebiyatına merak sarması garipsenecek bir durum değildir. Ortaokulun ilk yılında, babasının aldığı mandolin büyüdü gitar oldu. Okulun müzik sınıfına geçiş yaptı. Öğretmeni Önder Bali’yi çok sevdi ondan çok şey öğrendi. Okul orkestrasına girdi. Yarışmalara konserlere katıldı arkadaşlarıyla. Yazdığı şiirleri gitarı eşliğinde okumaya başlayınca şiirlerin şarkıya benzediğini farketti. İlk şarkı “Ağlama” öyle çıktı işte. Sorsanız hala, müzik, edebiyat, tiyatro ve sinemayla dolu o yılların yaşadığı en güzel yıllar olduğunu söyler…

Sonunda lise de bitti tabi. Mümkün olsa bir kaç sene daha uzatırdı lise yıllarını ama sırada üniversite vardı. İstanbul Üniversitesi Amerikan Edebiyatı bölümüne girdi. Bu arada Amerikan Edebiyatı var mıdır yok mudur tartışmaları gereksizdir. Elbette vardır. Üniversite yıllarında hayatıyla ilgili her türlü kararı kesin olarak verdiğini düşünüyordu. Edebiyatçı olacaktı bu bir. Üniversite de kalıp akademik kariyer yapacaktı bu iki. Ve asla evlenmeyecekti bu da üç. Sonuç… Kesin karar diye birşey yoktur.

Üniversite macerası boyunca pek çok edebiyatçı ve müzisyen dost edindi. Bir arkadaşının demesiyle, nasılsa boş vakit te var diyerek vokal yapmaya başladı. Hayatının önemli bir dönüm noktası olan bir tanışıklık o zamana denk gelir. Zeki Aköz! Bu bey pek çok şarkıcının menajerliğini ve prodüktörlüğünü yapan bir kurttu. Sibel’i vokalist olarak tanıdı sonra şarkı sözü ve besteler yaptığını farketti. Üstüne üstlük tuttu bir de aşık oldu. Yetmedi Sibel’i de kendine aşık etti. Yaklaşık bir yıl boyunca Sibel’i albüm yapmaya ikna etmek için uğraştı. Bir yılın sonunda Sibel’in direnci kırıldı, nasılsa bağımlı değilim istediğim zaman bırakırım düşüncesiyle Sibel ilk albümü “Adam” ı yaptı. Ama bu çok ciddi bir bağımlılıkmış!!! Hem müzikle hem Zeki Aköz’le evlendi. Bir kızları var: Tuğçe, bir de oğulları var: Doğa.

Sibel yaptığı şarkıların insanlar tarafından sevildiğini, ezberlenip söylendiğini, yaptığı işe değer verildiğini farkedince bu işi asla bırakamayacağını öğrendi. “Adam” dan sonra “Fem” geldi. Ondan sonra “Çocuk”. Bir takım tatsız sebepler bir süre uzaklaştırdı onu gözönünden. Ama müzikten hiç uzaklaşmadı. O yazdı başkaları söyledi ve çok mutlu oldu.

Şimdi yeni şarkılar zamanı. Hepsini kendi yaptı, söyledi. Hayatı bir ucundan tutmak gerek diye düşününce, üniversitedeki bir duvar gazetesinin başlığı geldi gözünün önüne. “Carpe Diem”

Bir yanıt yazın