Çekiç Güç tartışmalarının yaşandığı, Eşref Bitlis Paşa’nın raporlar hazırlattığı ve uçağının taciz edildiği 1992 yılının sonbaharında Türk-Amerikan ilişkilerini derinden sarsan olay Muavenet fırkateynimizin vurulmasıdır.

Olayın gelişimi şöyledir: Ege Denizi’nde Display Determination-92 (Kararlılık Gösterisi-92) adlı NATO tatbikatı sürüyordu. 28 yıl önce bugün, 2 Ekim 1992 tarihinde saat 23.00 sıralarında yeşil periyot olarak adlandırılan tatbikat dışı bölümde Amerikan Saratoga Uçak Gemisi ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin Muavenet Fırkateyni Ege’de Saroz Körfezi yaklaşma sularına gelmişti. Tam o sırada arka arkaya iki ateş sesi duyuldu ve ardından patlamalar gerçekleşti. Saratoga’dan atılan 2 adet SeaSparrow hava savunma füzesi, geminin kalbi sayılabilecek köprüüstü ve SHM (Savaş Harekât Merkezi) gibi yerlerin yakınına isabet etti. Füzelerin isabeti sonucunda Muavenet Fırkateyni’nin Komutanı Kurmay Yarbay Levent Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Tesis Astsubayı Serkan Haktepe, İkmal Çavuşu Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak şehit olurken, 22 askerimiz de yaralandı. 

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Lawrence Eagleburger haberi Washinton Büyükelçimiz Nüzhet Kandemir’e “geminizi batırdık özür dileriz” diye iletti.

Ancak bilgiler ortaya çıktıkça, özür dilenecek bir kazadan çok bilinçli gerçekleştirilen bir saldırıyla karşı karşıya kaldığımız açıktır. Bu tespitin yapılmasında birkaç veri bulunuyor. Bunlardan birincisi, bilindiği üzere Ege Denizi’nin her iki tarafı NATO müttefikleriyle (Türkiye ve Yunanistan) çevrili. Ayrıca civarda tatbikatı veya ABD gemilerini yakından izleyen Rus ve Çin harp gemileri mevcut değil. Bunun anlamı Saratoga dahil ABD harp gemilerinin yüksek hazırlık durumunda veya tetikte olmasını gerektiren herhangi bir durum yoktu.

İkincisi, MEKO sınıfı fırkateynlerimizde de bulunan Sea Sparrow füzesinin ateşlenebilmesi için 7 ayrı emniyet safhasının geçilmesi gerekir. Öncelikle uçak gemisinde Harekât Merkezinden en az 150 metre uzaktaki fırlatma lançeri üzerinde ateşleme kamçılarının (arm plugs) donatılması gerekir. Daha sonra lançere yakın bir mahalde bulunan sistem kontrol kabini üzerindeki ateşleme anahtarı ile lançerin atışa hazır hale getirilmesi gerekir. Müteakiben atış kontrol radarı ile hedefin bulunup, üzerine STIR radarı ile sürekli elektro-manyetik enerji göndererek vuruş anına kadar hedefin aydınlatılması; bu arada merminin ısınmasının beklenmesi ve hazır ikazının alınması gerekir. Son aşamada ateşleme anahtarının çevrilerek düğmesine basmak gerekir. Bu kadar safhanın komutan onayı ve bilgisi olmadan kontrolsüz bir şekilde aşılması mümkün değildir. Ayrıca tatbikatlar dâhil, bir savaş gemisinin aydınlatma radarı ile aydınlatılması “düşmanca harekete” girer. O nedenle daha başlangıçta NATO müttefiki bir ülke savaş gemisine karşı STIR Radarı ile aydınlatma yapmaları kabul edilemez bir tutumdur. Diğer taraftan bir uçak gemisi harekât ve silah bölümü personelinin Ege Denizi’nde bulunduklarını bilmemeleri düşünülemez. Zira 5 bin kişinin yaşadığı bir uçak gemisinde günlük emirler ve eğitim emirleri olmadan düzen ve disiplin sağlamak mümkün değildir. Diğer yandan, Sea Sparrow füzesi havaya karşı ani reaksiyon silahıdır. Bir savaş gemisine, herhangi bir hava teması tehdit teşkil edecek rota ve süratle yaklaşıyorsa, 16 km’den itibaren bu silah kullanılabilir. Eğer bu silah (SASS modda) satıh hedefine karşı kullanılacaksa, özellikle bir uçak gemisi için kesinlikle acil bir durum söz konusu olamaz. Zira bu silah, bu şekilde ancak ufuk menzili içindeki yakın temaslara karşı kullanılabilir. Amerikan doktrininin en önemli uygulamalarından biri olarak, uçak gemisinin 100 mili içine tehdit teşkil edecek uçak veya suüstü gemisinin girmesine izin verilmemesidir. O halde SASS modda füze atılmasının acil bir güvenlik ihtiyacı olmayacağı aşikârdır. Öyle bir acil durum olsa gece yarısı 5 bin kişinin savaş yerlerini donatması gerekirdi ki öyle bir durum söz konusu değil. Gemi Komutanı bile köprüüstü veya Harekât Merkezi’nde değil. (Cem Gürdeniz, “Muavenet’in ruhu aramızda”, Aydınlık Gazetesi, 1 Ekim 2017)

Olaydan sonraki açıklamalar ve gelişmeler de Muavenet’in vurulması üzerindeki sır perdesini aralamaya yardımcı olacak türdendi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş konu ile ilgili şunları anlatıyordu:

“Vural Paşa (Deniz Kuvvetleri Komutanı) aradı. ‘Komutanım, Muavenet muhribini bir Amerikan gemisi vurdu’ dedi. ‘Ne oldu?’ diye sordum. ‘Efendim, Sea Sparrow’la’. ‘Nasıl olur, tatbikattalar?’ ‘Hem de efendim tatbikatın ara safhasındayız’ dedi. ‘Nasıl olur Vural Paşa? Şehidimiz?’ var mı diye sordum. ‘Maalesef’ cevabını verdi. Sea Sparrowlar, hava hedefine karşı kullanılabilir. Köprü üstünden vurulmuş. Komutan da orada. ‘Olacak şey değil. Bunu tahkik edelim. Tahkikat heyeti kuralım’ dedim. Vural Paşa da olayın üzerine gitti. Çok uğraştı.” (Yeniçağ Gazetesi, 25 Ekim 2007)

Saldırıda bir kolunu ve bir bacağını kaybeden Üsteğmen İlter Özdil de olayın asla “kaza olmadığını” söyleyenlerdendi. Sea Sparrow füzelerinin başlı başına bir sistem olduğunu belirten Özdil, “Bir kaç personelin, geminin radar ve bilgisayar sistemlerinin kombine olarak atışa karar vereceği bir silah sistemi. O sırada gemiler dost sularda, ortada tehdit yok. Gemimiz ‘düşman’ olarak seçiliyor ve kasten ateş ediliyor” diye konuşmuştu.

Yaşanan faciada ağır şekilde yaralanan Teğmen Uluç Kılıç, Radikal Gazetesi’nde 18 Şubat 2003 tarihinde yayınlanan haberde, dehşet gecesini şöyle anlatmıştı: “Saatler 22.30’u gösterdiği sırada, Muavenet Muhribi’nde büyük bir patlama oldu. ABD’ye ait Saratoga uçak gemisinden yükselen güdümlü füzeler, Muavenet’in kaptan köşküne kilitlenmiş ve kısa sürede gemi enkaz haline gelmişti.”

Olayla ile ilgili “Muavenet Fırkateyni Neden Vuruldu” adlı bir belgesel hazırlayan gazeteci Tuncer Bahçıvan da bu belgeselin bir televizyon kanalında yayınlanmasının hemen ardından işinden kovulmuştu.

Muavenet’in vurulmasını değerlendiren eski Deniz Kuvvetleri Plan Prensipler Başkanı emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, olayın siyasi boyutunu şu sözlerle değerlendirdi:

“ABD’nin 90’lı yılların başında Soğuk Savaş sonrası gücünün doruğuna çıktığı bir konjonktürde, Kuzey Irak’ta PKK oluşumuna izin vermeyen ve hegemonyanın planlarına direnen Türkiye’ye dolaylı bir mesaj vermeyi hedeflemiş olması gözardı edilemez. Nitekim aynı yıl 30 Ağustos 1992’den itibaren on binlerce asker ile Kuzey Irak’ta başlatılan harekât sonunda PKK’ya toplam 4 bin 500 civarında zayiat verdirildiğini ve bu harekâtın PKK ile mücadelede en önemli dönüm noktası olduğunu; aynı günlerde Çekiç Güç (Provide Comfort) harekâtının süresinin uzatılması konusunda Hükümet’in menfi tutumunu hatırlıyoruz. TCG Muavenet, Cumhuriyet Donanması’nın bir unsuru olarak bu mücadelede dolaylı olarak yerini almıştır.” (Cem Gürdeniz, agy.)

Mesajın içeriği resmi olarak bu şekilde açıklanmadı ama Muavenet vurulduktan 2,5 ay sonra önce 17 Aralık’ta Eşref Bitlis Paşa’nın uçağı taciz edildi, ardından 24 Aralık’ta tarihinde Çekiç Güç’ün görev süresi yeniden 6 aylığına uzatıldı. Sonrası mı: Eşref Bitlis Paşa’yı taşıyan uçak “düştü”.

Unutmamak gerek.

Tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.

YAZININ ORİJİNAL METNİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

Bir yanıt yazın