Bir önceki yazımda, 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın sözleşmelerinden olan Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin 1930’lardaki gelişmelerle beraber Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamadığını, bu nedenle Türk hükümetinin yeni bir Boğazlar düzenlemesi için yaptığı girişimlere vurgu yapmış, kısa kısa bilgilerle Montrö Boğazlar Konferansı’nın hemen öncesindeki gelişmeleri aktarmıştım. (Bkz.)

Türkiye’nin 9 ülkeye gönderdiği 10 Nisan 1936 tarihli (Konferans tutanaklarında yer alan bazı konuşmalarda nota tarihi olarak 11 Nisan vurgusu yapılıyor. 11 Nisan, notanın o ülkelere ulaşma tarihi olabilir) notasındaki çağrıya olumlu yanıt veren ülkelerle İsviçre’nin Montreux kentinde 22 Haziran’da büyük bir konferans toplandı. Toplantının açış konuşmasını İsviçre Konfederasyonu Siyasal Federal Dairesi Başkanı (Dışişleri Bakanı) Giuseppe Motta yaptı. Açış konuşmalarında en dikkat çekici vurgu, Türkiye’nin Boğazlarla ilgili yeni bir düzenleme talebinin haklılığına yapılan atıflardı. 

Örneğin İngiliz Heyetinin konferansın başlangıcında başkanlığını yürüten ve daha sonra yerini başka bir isme bırakacak Kont Stanhope, “Türkiye’nin, koşulların bugünkünden başka olduğu, bir dönemde hazırlanmış bir sözleşmenin hükümlerini değiştirmek istemesi doğaldır” derken, Fransız Heyet Başkanı Paul-Boncour açış konuşmasında Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne atıf yaparak şunları söyledi: “(…) imzalanmış bulunan Sözleşme, o zamanlar öngördüğü çift amaca artık uygun düşer görünmemektedir; bu çift amaç şuydu: bir yandan Türkiye’nin güvenliği, öte yandan da, uluslararası ilişkilerin ve ilgili öteki ülkelerin güvenliği.”

Sovyet Heyeti Başkanı, Dışişleri Halk Komiseri Maxime Litvinoff da, dünyadaki değişimi şu sözlerle aktardı: “O zamandan bu yana geçen on üç yıl, bu bakımdan çok büyük değişiklikler getirdi. O güçlü barışçılık akımı oylum (hacim) bakımından azaldı, güçsüz ve birbiriyle bağlantısız küçük dereciklere bölündü. Uluslararası karşıtlıklar yeniden aşırı bir sivrilik kazandı ve orta çağdan çağdaş zamanlara, dünya savaşına kadar, halkları kanlı çatışmalara iten güçler, kimi ülkelerde başlarını had bilmezcesine kaldırdılar; bu güçler, açıkça ve utanmaksınız, savaş öğütlemekte ve savaş hazırlamaktadırlar.”

Sovyet temsilci, Türk Hükümeti’nin Lozan’dan itibaren barışçı tutumunu da överek “Lozan Konferansı’ndan bu yana, Türkiye Cumhuriyeti’nin, barışçıl eğilimlerinin yeterince inandırıcı kanıtlarını vermiş olduğunu özellikle göz önünde tutmalıyız” dedi.

Japonya heyet başkanı Sato da, “1923 sözleşmesine taraf olan, ayrıca, bu sözleşmenin 18. maddesi uyarınca, askersizleştirilmiş bölgenin güvencecisi devletlerden biri olan Japonya, bu hükümlerden bir takımının gözden geçirilmesi gereğini kendisi de çok iyi anlamaktadır; çünkü uluslararası koşullar değişmiştir” diyerek yine Türkiye’nin haklılığına vurgu yaptı. 

Evet, uluslararası koşullar değişmişti. Almanya Adolf Hitler, konferansa katılmayan İtalya ise Benito Mussolini liderliğinde yeni bir paylaşım için harekete geçmişti. Bu paylaşım mücadelesinde Türkiye açısından egemenliği altında bulunmayan Boğazlar bölgesi ciddi güvenlik problemi oluşturmaktaydı. Açılış konuşmalarında Boğazlarla ilgili yapılan tanımlar da, bu bölgenin Türkiye’nin güvenlik tanımlamasının ne kadar doğru olduğunu ve önemini göstermekteydi. Türk heyetinin başkanı Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, “Türkiye’nin yaralanmaya en açık noktası Boğazlardadır. Bunu korumak, onun hakkıdır; nasıl ki herkesin de ödevi, ortaklaşa güvenlik alanında ancak bu hakka saygı göstererek, üstelik bu hakkı destekleyerek, onun işbirliğini beklemektir” derken, Romanya heyetinin başkanı Dışişleri Bakanı Titulesco, Aras’ın bu sözlerine atıf yaparak şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Ben, Boğazların, Türkiye’nin yüreği bile olduğunu söyleyeceğim. Şu var ki, Boğazlar, aynı zamanda Romanya’nın ciğerleridir. Bir bölge, coğrafya konumuyla, bir ulusun yüreği ve bir başka ulusun da ciğerleri olduğu zaman, en basit bilgelik, bu iki ulusa birleşmeyi ve bir bütün oluşturmayı zorunlu kılar.”

Sovyet Heyeti Başkanı, Dışişleri Halk Komiseri Maxime Litvinoff da Türk Boğazları için benzer bir tanım yapmıştır: “(…) Boğazların bizim için, yalnız ülkemi dış dünyaya bağlayan değil, aynı zamanda ülkenin çeşitli parçalarını da birbirilerine bağlayan bir can damarı niteliğinde olduğunu söyleyeceğim.”

Açılış konuşmalarında Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan temsilcileri de Türkiye’nin talebinin haklılığına vurgu yapmış. Bulgaristan heyet başkanı Nicolaev, Türkiye’ye destek verirken Boğazların yeniden askerileştirilmesinin, Bulgaristan açısından bazı sıkıntılar doğurabileceğine işaret etmiş, ancak Türkiye’nin notasında belirtilen vurguların Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin yaşamsal gereksinmelerini göz önünde tuttuğunu büyük bir sevinçle gördüklerini de sözlerine eklemişti. 

Bu konuşmalardan sonra konferansın Başkanı, Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreteri belirlenmiş ve konferansa geçilmişti. 

“Montreux Boğazlar Konferansı – Tutanaklar Belgeler” kitabının sunuşunu yazan dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün de dikkat çektiği üzere konferansta iki ana tez öne çıktı. Bu tezlerden birincisini Sovyetler Birliği Heyet Başkanı Maxime Litvinoff gündeme getirmiş ve bu tez Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkeler tarafından destek bulmuştur. Bu tezde, Karadeniz’in transit bir denizi olmadığı, daha açık bir ifadeyle, bir ucundan girilip öteki ucundan çıkılabilen herhangi bir açık deniz sayılamayacağı ve netice itibariyle Karadeniz’de kıyısı olan ülkeler gibi, öteki dünya ülkelerinin de bu denizde savaş gemilerini açık denizlerde gezdirdikleri şekilde kayıtsız şartsız dolaştıramayacakları vurgusu öne çıkmaktaydı.

Diğer tezin sahibi İngiltere ve müttefikleriydi. Bu tezde, Karadeniz’in Boğazlardan geçilerek girilebildiği için “denizlerin serbestliğini kabul eden”, “uluslararası hukuk rejimi”nden ayrılamayacağını ve dünya devletlerinin bu deniz çevresinde vukuu bulacak büyük hastalıklar, tabii afetler, yangınlar, isyanlar vb. gibi felaket zamanlarında insani düşüncelerle daima yardıma açık tutulması gerektiği savunulmuştu. 

Konferansın sahibi Türkiye’nin planı ise tutanaklarda açıkça görüldüğü üzere, bir yandan ülkesinin Lozan’da açık bırakılmış bulunan güvenliğini ve Boğazlardaki egemenlik hakkını sağlamakla birlikte, öte yandan bölge ve dünya barışını koruyabilmek için ilgili ülkelerce ileri sürülen farklı görüşlerin bağdaştırılabilmesinde bir denge unsuru olmak gayreti için çalıştı. 

Bir sonraki yazımda, 20 Temmuz’a kadar sürecek konferansta neler konuşulduğunu aktarmaya çalışacağım.

Bir yanıt yazın