Tarih: 11 ekim 2006.

Yer: Ankara Park Otel.

Türkiye’nin günümüzdeki anlamıyla ilk düşünce kuruluşu olan Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM), Atatürk’ün 125’inci doğum yılı etkinlikleri kapsamında 9-13 Ekim 2006 tarihleri arasında “Stratejik Öngörü 2023: Cumhuriyet’in 100. Yılında Türkiye ve Dünya” başlıklı önemli çalıştay düzenledi. Çalıştayın açılış konuşmasını dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yaptı. KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı ve Kıbrıs Türklerinin efsane lideri Rauf Denktaş’da çalıştaya davetliydi. Çalıştayda 5 gün boyunca çok sayıda uzman kendi alanlarında sunumlar yaptı.

11 Ekim 2006 tarihinde de, “Avrupa Birliği’ne İlişkin Analizler” başlıklı bir oturum düzenlenmişti. Bu oturumun konuşmacılarından biri de geçmişte devlette uzun yıllar görev almış ve o tarihte yaklaşık 2,5 yıldır ASAM’ın Kıbrıs Uzmanı olarak görev yapan Sema Sezer’di. Sezer, “Kıbrıs Sorununa Çözüm Arayışları ve Beklentiler” başlıklı bir sunum yapacaktı. O tarihleri hatırlayın. Türkiye’de inanılmaz bir Avrupa Birliği rüzgarı estiriliyor ve AB’nin Türkiye’yi almayacağını, dayatmalarının ülkemizin ulusal çıkarlarına aykırı olduğunu söyleyenlere karşı, özellikle o dönem medyada hakim olan ve liberal dünya görüşüne sahip bir kesim tarafından inanılmaz psikolojik baskı uygulanıyordu. AB’ye kuşkulu yaklaşanların ne faşistliği ne statükoculuğu ne de başka musibetliği kalıyordu. (Bu kesimin daha sonraları kumpas sürecinde de yazdıkları ile etkili olduğunu hatırlatmak isterim.)

Bu kesim, Kıbrıs meselesinin AB sürecinde Türkiye’nin önündeki en önemli engel (!) olarak görüyorlardı. Hatta o kadar ileri gidenler vardı ki, “Kıbrıs’ı verelim kurtulalım” bile diyorlardı. İşte tam da bu dönemde bu oturumu merak etmiş, 28 yaşında genç bir muhabir olarak o oturumu izlemeye gitmiştim. Bütün sunumları dinledikten sonra Sema Sezer’in sunumunu da bol bol not alarak dinlemeye başladım.

Açık söyleyeyim, Sezer’in sunumu o “AB için Kıbrıs’ı verelim, sorun bizden kaynaklanıyor” diyenlerin suratına çarpacak bilgiler içeriyordu. Sezer, o kadar önemli bilgiler aktarmıştı ki, salonda en çok alkışı alan sunumdu diye bugün bile hatırlarım. Neler anlatmıştı Sezer (ki sunum metninin fotokopisini aldım ve hala arşivimde saklarım)? Çok kısa bazı bölümlerini aktarayım:

Önce iki Rum iddiasını cevaplandırarak, sorunu teşhisle işe başlayalım:

Bunlardan bir tanesi, “Kıbrıs sorunu 1974 yılında Türkiye’nin askerî müdahalesi ile başlamıştır”. Hayır efendim, Kıbrıs sorunu, ne 1974’de, ne 1963’te, ne de 1955’de başlamış bir sorundur.  Geçmişi çok daha eskiye, 200 yıl öncesine dayanır.  Kıbrıs diye bir sorun dünya gündemine ilk kez, ada Osmanlı egemenliğinde iken, 1791’de Rumların ilk “Megalo İdea” haritasını çizerek bunun içerisine Kıbrıs’ı dahil ettikleri tarihte girmiştir.

Rumların ikinci propagandası ise, “Kıbrıs sorunu bir işgal sorunudur”.

Evet, bir işgal sorunudur, ama Yunanistan’ın işgali söz konusudur. Türkiye’nin müdahalesinden 10 yıl kadar önce, 1964 yılında adaya 20 bin asker yığan Yunanistan değil midir? 15 Temmuz 1974’te adada darbe yaptıran Yunanistan değil midir?

– Gürcistan ve Ukrayna’da gözlediğimiz gelişmelerin ilk atölye çalışmaları çok daha eski tarihlerde 1990’larda Kıbrıs’ta başlatıldı. Bir kere Kıbrıs’ta milyonlarca dolar para ortaya döktüler. ABD büyükelçisinin açıklamalarından bunu öğrenmek mümkün.  “İki toplumlu etkinlikler” diye, her iki taraftan insanları bir araya getirdikleri bir süreç başlattılar.  “Çatışma-çözüm grupları” oluşturdular.  İnsanların beyinlerine “ortak Kıbrıslılık kimliği” aşılamaya çalıştılar. Bu, “sen Kıbrıslı Türk değilsin, sen Kıbrıslı Rum değilsin, sen Kıbrıslısın” anlamına geliyordu. Ayrıca Kıbrıslı Türkler arasında da “Kıbrıslı Türk-Türkiyeli Türk” ayrımını kökleştirdiler.  Hepiniz sanıyorum Karen Fogg’un e-maillerini hatırlıyorsunuzdur. Bunlar Bayan Fogg’unDenktaş’ın Türkiye’de askerin adamı olduğu ve Kıbrıs’ta halkın sokaklara dökülmesi zamanı geldiği” yönündeki yazışmalarını içeriyordu.

– Maraş kapsamlı bir çözümün parçasıdır. Başka bir şekilde gündeme getirilmesi kabul edilemez. Üstelik Maraş’taki taşınmazların yüzde yüzü Türk vakıflarına aittir. (…) Kısa ve orta vadede karşılaşılabilecek en büyük sıkıntılardan bir tanesi de “mülkiyet sorunu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki süreçle” bağlantılı olacaktır. Adanın yaklaşık yüzde 30’u vakıf arazisidir. Maraş’taki taşınmazların tamamı vakıf arazisidir. Vakıflar İdaresi’nin eski müdürünün hesaplamasına göre; Rumların sah-te yöntemlerle üzerlerine geçirdikleri vakıf mallarının, yalnızca arazi bedeli 120 milyar dolardır. 1900’lü yıllardan itibaren vakıflar idaresinin mahrum kaldığı gelirler ise 1 trilyon dolar civarındadır.

Sezer’in konuşmasında ABD ve AB’nin bölge politikasına yönelik değerlendirmeler de vardı. Büyük alkış almıştı. Bende salondaki havayı izliyordum. O an çok ilginç bir şey oldu. Bir sonraki oturumun konuşmacılarından biri olan bir gazeteci herkesin duyabileceği şekilde “felaket bir konuşma” diye seslendi. Ayrıca kürsüden gereken yanıtı vereceğini de söyledi. Dediği gibi konuşma sırası kendisine geldiğinde de “Kıbrıs sorunu hakkında söylenenler bizim fikir dünyamızı maalesef zenginleştirmiyor. Sayın Loğoğlu gereğini yapmayı sizin takdirinize bırakıyorum” diyerek o dönem ASAM Başkanı olan eski Büyükelçi Faruk Loğoğlu’na “Sema Sezer’i kovun” göndermesi yaptı. O gün Loğoğlu’na bu sözleri sorduğumda kendisinden bu çağrıyı “dikkate değer bulmadığı” yanıtını almıştım.

Bu olayı o dönem çalıştığım Yeniçağ gazetesine haber yapmıştım. O gazeteci haberin yayınlandığı gün gazeteye bir açıklama göndermişti. Olayı reddetmiyor, sadece daha nezaket kuralları içinde ifadeler kullandığını belirtiyordu. Aynen yayınlamıştık bu açıklamayı. Ama Sema Sezer’e de sormuştum ve “Haberinizde geçen ifadeler doğrudur” yanıtını almıştım.

Bu arada şu hatırlatmayı da yapayım. Sözünü ettiğim gazeteci Sezer’e o sözlerle saldırırken, salonda bulunan eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Tuncer Kılınç, yerinden kalmış, Sema Sezer’e sarılmış ve o gazetecinin konuşmasını dinlemeden salondan ayrılmıştı.

Durup dururken bu yazıyı neden yazdığımı merak edenlere söyleyeyim. Bu olayı, geçen günlerde bir gazetecinin ağzından “Ne demek Mavi Vatan” sözünü duyunca hatırladım. Ne diyordu o sözün sahibi: “Mavi Vatan denilen tezin hem Dışişleri’nde hem Silahlı Kuvvetlerde hem tüm devlet yapısında çok ciddi rahatsızlık yarattığını söylememiz lazım. Bunu görüyoruz biz. Ne demek Mavi Vatan? Öbürü ne? Kara sınırları yok mu? Vatan bir tane vatandır yani, deniziyle, havasıyla, karasıyla.

Bu sözün sahibi Murat Yetkin’di. Bir dönem AB’nin en önemli bayraktarlığını yapan ve sözünü ettiğim AB’yi eleştirenlere yoğun baskı yapanlardan olan kapanan Radikal gazetesinin Ankara Temsilcisiydi.

Yazımın başından sonuna aktardığım olayın kahramanı da yine Murat Yetkin’di.

Üzülerek gördüm ki, meslektaşımız Mavi Vatan, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusunda bunca bilgi ve belgeye rağmen 14 yıl sonra bile hiçbir değişim göstermemiş. Hem de özellikle enerji konusunda büyük bir bilek güreşinin yaşandığı ve milli politikaların önem kazanması gereken bir dönemde. Aynı tutum, aynı tarz ve aynı politik duruş…

NOT: Aynı dönemde CHP milletvekillerine “Yunanistan’a, silahlandırdığı adalarda işgalci demeyin” diktesinin bulunduğu bilgi notunun gönderilmesi de çok ilginç bir tesadüf (!)

YAZININ ORİJİNAL METNİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

Bir yanıt yazın